Teknoloji üretiyoruz ama ticarileştiremiyoruz

TÜBİSAD Başkanı Mehmet Ali Tombalak ile ekosistem iş birliklerini ve Türkiye’nin teknoloji geleceğini konuştuk.

TÜBİSAD Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali Tombalak: “Türkiye’nin teknoloji geleceği her şirketin kendi içinde bir yazılım firması kurmasıyla değil; birlikte üretim, birlikte büyüme, birlikte gelişme anlayışıyla şekillenebilir.”

Mehmet Ali Bey yeniden TÜBİSAD Başkanı seçildiniz, tebrik ederiz. Bir demecinizde ekosistem ekonomisine vurgu yapmıştınız. Sizce şirketlerin “in-house” çözümlerini ürüne dönüştürerek dışa açmaları neden kritik? Bu dönüşüm için ne tür destek mekanizmalarına ihtiyaç var?

Günümüzde teknoloji sadece şirketlerin değil, ülkelerin geleceğini belirlemede de en kritik rolü oynuyor. Bu gerçekliğin en canlı tanığı, gündelik hayatımızda yaşanan baş döndürücü değişimler. Ancak bu küresel gerçekliğe rağmen Türkiye’nin teknoloji sektöründe hâlâ bir kırılım yaratamadığını görüyoruz. 

TÜBİSAD verilerine göre sektörün büyüklüğü son beş yıldır 30-33 milyar dolar bandında sıkışmış durumda. Türkiye’nin global BİT pazarından aldığı pay yüzde 1’in altında kalmaya devam ediyor. Çünkü biz teknoloji üretiyoruz ama ticarileştiremiyoruz. Bunun temel nedenlerinden biri, teknolojide hâlâ ağırlıklı olarak “in-house” yaklaşıma bağlı kalmamız. Büyük kurumlar, teknolojiyi içeride üretmeyi rekabet avantajı sağlamak, pazara hızlı çıkmak ve maliyetleri yönetmek için stratejik bir kaldıraç olarak görüyor. Özellikle bankacılık gibi sektörlerde bu eğilim oldukça güçlü. Ancak herkesin kendi çözümünü kendi üretmeye çalıştığı bir sistemin sürdürülebilirliği sorgulanmalı. Bugün gelişmiş ülkelerde teknoloji ekosistemleri dış kaynakla büyüyor çünkü güçlü, güvenilir, yatırım alabilen şirketler var. Türkiye’de ise pek çok teknoloji girişimi, sermaye yetersizliği nedeniyle müşteri beklentilerine karşı taviz veriyor, Ar-Ge süreçlerinde tedirginleşiyor ve ürünleşme aşamasında istikrar sağlayamıyor. Ölçeklenemiyor, yatırım alamıyor ya da birleşerek güçlenemiyor. Bu güvensizlik döngüsü, büyük kurumları yeniden iç kaynak kullanımına itiyor. 

Sorun sadece küçüklerde değil, büyüklerde de değil. Asıl mesele, birlikte dönüşemeyen bir ekosistem yapısı. Kurumlar birlikte üretmeyi, girişimler birlikte büyümeyi öğrenmeden bu döngü kırılmaz. Gelecek için umutlanmamız, bu döngünün kırılmasına bağlı. Bunun yolu da geçmişte yaptıklarımızdan farklı birtakım adımlar atmamızdan ve farklı kararlar alarak uygulamaya geçmemizden geçiyor. TÜBİSAD olarak farklı yapmamız gerekenleri 6 başlık altında toplayıp paylaşmıştık. Bu kapsamlı paradigma değişiminin önemli bir boyutu “In-House’tan Outhouse’a geçiş”. Daha yalın haliyle, her işi kendi içinde çözmeye çalışmak yerine, işi teknoloji ekosistemiyle birlikte üretmek.

Türkiye’nin teknoloji geleceği, her şirketin kendi içinde bir yazılım firması kurmasıyla değil; birlikte üretim, birlikte büyüme, birlikte gelişme anlayışıyla şekillenebilir. Güçlü markalar yaratılmadan, yatırım yapılabilir yapılar kurulmadan, fiyat değil değer rekabeti benimsenmeden bu dönüşümün başarılı olması mümkün değil. Kamu da bu süreçte yalnızca projeye değil, müşterisi olan ürüne destek vererek “ürettiren” rolünü üstlenmeli. Teknoloji yatırımları, sanayi yatırımları kadar değerli görülmeli ve aynı ciddiyetle desteklenmeli. Aksi hâlde elimizde çok sayıda teknoloji şirketi olur ama hiçbirinin ölçeği olmaz. Türkiye gerçekten bir teknoloji toplumu mu inşa etmek istiyor, yoksa teknoloji tüketen ama üretirmiş gibi yapan bir ekonomi olarak mı kalacak? Asıl soru bu ve cevap da açık: İçeriye değil, geleceği inşa edecek bir ekosisteme yatırım yapmalıyız.

CIO ofislerinin birer teknoloji şirketine dönüştüğünü görüyoruz. Sizce teknoloji departmanları neden şirketleşiyor? Bu alanda başarı için neler yapılması gerekiyor?

İş dünyasının büyük şirketleri, bilişim hizmetlerini kendi iç birimlerinde geliştirerek güvenlik, esneklik, maliyet kontrolü ve stratejik avantajlar açısından önemli avantajlar sağladığını düşünse de bu yaklaşım; yüksek başlangıç maliyetleri, farklı başlıklarda nitelikli insan kaynağı ihtiyacı ve uzun geliştirme süreleri gibi zorluklar da içerebiliyor. Ayrıca teknoloji konusunu stratejik rekabet avantajı olarak görmelerinin etkisiyle kalite, güvenlik, sürdürülebilirlik başlıklarının ekosistem şirketleri tarafından sağlanamaması da önemli bir sebep olarak ortaya konuluyor. Teknolojiyi sadece kendileri için üretirken, süreç sonsuz bir yatırım döngüsü halini alabiliyor. En temelde ise ülkemizde ekosistem şirketlerimizin sürdürülebilir olmamaları, ölçeklenememeleri, yeterli standartta servis sağlayamamaları sebep olarak gösteriliyor. 

Ülkemiz özelinden ortaya koyabileceğimiz bir diğer temel sebep ise bir sermaye ihtiyacı ve yatırımı yapmaya gerek duyulmadan kurulabilmesi olduğu söylenebilir. Hatta en büyük gider merkezinin gelir merkezine dönüştürülmesi vizyonu ve yatırım gerekmeden yapılabilmesi sebebiyle de en kolay alınan kararlar olabiliyor. Teknoloji ekosisteminde yer alan şirketlerimizin dünya örnekleriyle karşılaştırıldığında yok denecek kadar az bir sermaye ile kurulduklarından bahsetmiştik. Bu şekilde sermaye yetersiz ekosistem şirketlerinin yanında CIO departmanlarından dönüşen şirketler de beklentileri karşılayamamasının yanında, sürdürülebilirlikten uzak ve ölçeklenememe ortak kaderlerini paylaşıyorlar. Yüksek bir beklentiyle dönüştürülen bu departmanların arkasında uzun vadeli bir vizyon, doğru bir amaç ve iyi bir strateji olmalı ve sonsuza uzanacak bir marka yaratma inancı ve kararlılığı gerekiyor. 

Günümüzde teknolojinin hızla değiştiği ve geliştiği dünyamızda bulut sistemlerinin sağladığı esneklik, hız ve verimlilik, in-house veri merkezlerine olan ihtiyacı ve gerekliliği azaltıyor. Bu geçişin hızlanmasıyla tüm teknoloji alanlarında in-house çalışmanın getirdiği avantajlar out-house çalışmanın gerisinde kalıyor. Teknolojinin hızla değişen dünyasında her alanda uzmanlığı oluşturmak, korumak ve sürdürmek artık mümkün olmuyor. Bu ihtiyaçları her seferinde sıfırdan keşfe başlayan kurum içi girişimlerle karşılamaya çalışarak kaynak ve verim kaybetmektense, nitelikli ve stratejik iş birlikleriyle hem daha uygun fiyata hem daha yüksek kaliteyle karşılayabileceklerinin farkında olmaları gerekiyor. Alanında uzmanlaşmış kurumların birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılayacak iş birlikleri kurmasıyla oluşan ekosistem ekonomisi, bütün endüstrilerin birlikte yükselmesine ve müşterilerine daha iyi hizmet ve değer sunmasına imkân kılıyor. 

Sonuç olarak dijitalleşme, şirketin iç operasyonlarını veya pazara gidiş süreçlerin daha verimli, hızlı, etkin ve ölçülebilir hale getirmekle ilgilidir. Teknoloji şirketi olmak ise daha fazlasını gerektirir: Dış pazarlara ölçeklenebilir, tekrarlanabilir ve sürdürülebilir ürün ya da hizmet sunmak.

Teknolojide rekabet avantajı, her şeyi içeride yapmaktan değil; neyi içeride tutup, neyi dışarıdan en iyi ortaklarla yapacağını bilmekten geçiyor. Global şirketler, stratejik ve önemli gördükleri kritik alanlarda yatırımlarını kendi içinde geliştirirken, altyapı ve uygulama katmanında çok sayıda alanda ise kendini kanıtlamış iş ortaklarıyla stratejik iş birlikleri kuruyorlar. Biz neden böyle yapmayalım!

Türkiye’deki teknoloji şirketleri arasında veri paylaşımı ve iş birliği kültürü sizce yeterince gelişti mi?

Bu soruya cevap vermeden önce kendimize şu soruyu sormalıyız: Ülke ve şirketler olarak verilerimizi daha fazla açmaya hazır mıyız? Bilgilerimizi paylaşmaya var mıyız? İş birliği kültürünü oluşturmak ve geliştirmek önce açık olmaktan ve açık veriye inanarak destek vermekten geçiyor. 

Ülkeler bazında baktığımızda da güçlü ekonomilerin açık veriyi hızla benimsediğini görüyoruz. Bunu da iş birliği kültürünü oluşturmanın başlangıcı olarak görüyorlar. Açık Veri Enstitüsü (ODI) raporlarına göre, küresel olarak yaratılan veri miktarı katlanarak arttı ve artmaya devam ediyor. Dünya çapında yaratılan, elde edilen, kopyalanan ve tüketilen veri hacminin 2012’de 6,5 zettabayt iken 2022’de 97 zettabayta ulaşacağı tahmin edilmişti. Veri artık her sektörde, endüstride ve hayatımızın her alanında karşımıza çıkıyor. Bu veriler dünyada iş birliği kültürünün açık veriden geçtiğini ve bunu geliştiren ülkelerin nasıl ekosistem yarattıkları da İngiltere örneğinde kendini gösteriyor. 

  • 2013 yılında, G8 liderleri kendi ülkelerinde açık veriyi desteklemek üzere bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya uygun olarak açık veriyi en etkin şekilde destekleyen ve bunu değere dönüştüren ülkeleri puanladıklarında, İngiltere 90 puanla en etkin bir şekilde bu çalışmaları yürüten ülke olarak belirlendi. Her türlü devlet gizliliği içermeyen verilerin açık olmasını savunuyor. Örneğin, finansal verilerden şirket ortaklık yapılarına kadar bilgileri açık veri kapsamında paylaşıyor ve böylece daha çok bilgiyle daha doğru kararlar alınmasını sağlıyor.
  • İngiltere, bu yaklaşımla en yüksek yatırım çekme cazibesine ve Türkiye’nin üç katı uluslararası ticaret hacmine sahip.

Türkiye’de teknoloji sektörünün önündeki en büyük engellerden biri, hâlâ yaygın olan “küçük olsun, benim olsun” anlayışı. Bu bakış açısı, sanki teknoloji sektörü için söylenmiş gibi. Çünkü birlikte üretme kültürümüz yeterince gelişmemiş durumda. Kendi alanımızda bile “in-house” odaklı ilerliyor; çözüm ortaklıklarına, açık inovasyona ve paylaşıma mesafeli yaklaşıyoruz. Gelişmemiş ortaklık kültürümüz, aslında teknoloji alanındaki sınırlı konumumuzu da kendi elimizle belirlememize neden oluyor. 

Oysa Türkiye’nin dijital geleceğini dönüştürebilecek temel değişimlerden biri, veri paylaşımında ve birlikte üretimde şeffaflık olabilir. Tüm devlet kurumlarının ve özel sektör şirketlerinin, halka açıklık ilkesine benzer bir veri şeffaflığı düzeyine ulaştığını hayal edin. Bu sayede müşterilerin ihtiyaçları daha net anlaşılabilir, yatırım alanları kolayca tespit edilebilir ve şirketler birbirine daha yakın çalışabilir hâle gelir.

Böyle bir şeffaflık ortamı, yalnızca daha verimli hizmetler üretmeyi sağlamaz; aynı zamanda teknoloji ekosisteminde güveni, iş birliğini ve ölçeklenmeyi de teşvik eder. Bu da Türkiye’den çıkan büyük marka şirketlerin sayısını artırmanın anahtarıdır.

Son dönemlerde aniden kapanan teknoloji şirketleri sizce ekosisteme olan güveni zayıflatıyor mu? TÜBİSAD olarak bu konuda neler yapmayı planlıyorsunuz?

Teknoloji sektörü, doğası gereği yenilikçi ve hızlı hareket eden bir yapıya sahip. Ancak bu dinamizm, beraberinde kırılganlıkları da getiriyor. Özellikle son dönemde ani kapanmalar yaşayan teknoloji şirketleri, yalnızca çalışanlar ya da yatırımcılar için değil, tüm ekosistem için güven sorununa yol açabiliyor.

Bugün sürdürülebilirlik kavramı, sadece çevresel bir hassasiyet değil; aynı zamanda iş modellerinin, teknolojik çözümlerin ve şirket yapıların kalıcılığının da temel göstergesi hâline geldi. Teknoloji sektörü için sürdürülebilirlik artık bir “tercih” değil, bir “zorunluluk”.

Türkiye’de teknolojiye olan ilgi ve girişimcilik heyecanı oldukça yüksek. Özellikle yapay zeka gibi yükselen alanlarda binlerce yeni şirket kuruluyor. Aynı zamanda pek çok büyük şirket de bu alanda kendi çözümlerini geliştirmeye çalışıyor. Ancak veriler, bu girişimlerin sürdürülebilirlik ve ölçeklenebilirlik açısından istenilen seviyede olmadığını gösteriyor. Bugün Türkiye’de start-up’ların scale-up’a dönüşüm oranı yüzde 1,5’i geçmiyor. Yani “girişimlerimizin” çoğunluğunun “girişkenlikten” öteye geçemediği görülüyor. Bu, potansiyelimizin gerisinde kaldığımızı açıkça ortaya koyuyor.

Bu nedenle TÜBİSAD olarak, teknolojiyle bağımsızlığını sürdürebilen bir Türkiye vizyonunu benimsiyor; bunun da ancak ölçeklenebilen, global pazarlara açılabilen şirketlerle mümkün olabileceğine inanıyoruz.

Bu amaçla geliştirdiğimiz Scale-up Programı, yüksek potansiyele sahip teknoloji şirketlerinin sürdürülebilir şekilde büyümesini desteklemek için kurgulandı. Bu programla sadece bir yatırım değil, aynı zamanda mentorluk, ürünleşme, iş birliği ağı, uluslararası pazarlara erişim ve stratejik destek mekanizmaları sunuyoruz. Hedefimiz; Türkiye’den çıkan global teknoloji markalarının sayısını artırmak ve bu markaların ekosisteme güveni yeniden inşa etmesini sağlamak.

Özetle, girişimcilik ruhunu koruyarak ama sürdürülebilirliği odağa alarak büyümek zorundayız. Çünkü ülke olarak geleceğimiz, ölçeklenebilen şirketlerimizin sayısı ve etki alanıyla doğrudan bağlantılı.

Türkiye’de teknoparklar uzun süredir vergi teşvikleriyle destekleniyor. Düzenlemeler ve teşvik sistemleri sizce inovasyon odaklı mı, yoksa sadece mali avantaj odaklı mı tasarlanmış durumda? Günümüzde teknopark yasasında sizce nasıl değişikliklere ihtiyaç var?

Teşvik mekanizmalarının fiziki lokasyon, metrekare, çalışanların eğitimi ve unvanlarıyla sınırlandırılmış olması şirketlerin Ar-Ge konusundaki faaliyetlerini yürütmelerini oldukça zorlaştırıyor. Desteklerin uzaktan ve esnek çalışma ortamını destekleyen, girişimlerin kapladığı alandan bağımsız olarak çalışan sayısını artırabilmesine imkan sağlayacak şekilde olması; uzaktan çalışma olanağının firma içerisinde mühendislik ve benzeri çeşitli kişiler özelinde değil, teknolojide çalışan insan kaynağını kapsayacak şekilde düzenlenmesi çok önemli. Aksi takdirde teşviklerden yararlanmaya muhtaç küçük ve orta ölçekli işletmeler ile girişimlerin Ar-Ge konusundaki faaliyetlerini yürütmeleri çok zorlaşıyor. Bu durum ülkemizdeki Ar-Ge ekosisteminin gelişmesinin önündeki engeller arasında yer alıyor. 

Önümüzdeki dönemde teşvik sistemlerinin yalnızca inovasyon ve mali avantajlarla sınırlı kalmaması, aynı zamanda büyümeyi merkeze alması artık bir zorunluluk hâline gelmiştir. Ar-Ge ve teknoloji ekosistemini geliştirmek için atılacak en stratejik adım, “büyümeye verilen teşvikleri” ana politika aracı hâline getirmek. Çünkü yalnızca Ar-Ge yapmak değil, bu Ar-Ge’nin ürünleşmesini sağlamak, ürünün markalaşarak ölçekli şirketlere dönüşmesi de kritik önemde. Gelişmiş ülkeler, bu dönüşüm için uzun süredir rekabeti teşvik eden güçlü fon sistemleri oluşturmuş durumdalar. Türkiye de global teknoloji yarışında geri kalmamak için bu modeli kendi ihtiyaçlarına uygun biçimde hayata geçirmelidir.

Unutmamalıyız ki teknoloji alanında bağımsızlık ancak dünya pazarlarına yayılmış ürünlerle ve bu ürünlerin kazandırdığı pazar paylarıyla mümkün olabilir. Bu bağlamda büyümeye yönelik teşvikler, ihracat gelirleri üzerinden somut biçimde ölçümlenebilir ve etki analizi yapılabilir hale getirilmelidir.

Teknoparklar da bu dönüşümün önemli aktörlerinden biri. Sadece mali avantajların kullanımına ortam oluşturan kurumlar olarak değil, üniversitelerle kurdukları iş birlikleri sayesinde inovasyonu sürdürülebilir kılabilen ve destekledikleri şirketlerin ölçeklenebilirlik performansı üzerinden değerlendirilmelidirler. 

Sonuç olarak, büyüme odaklı teşvik sistemleri teknoloji ekosisteminde daha fazla etki yaratmak için sadece bir politika tercihi değil, geleceği şekillendirecek stratejik bir zorunluluk.

Yıl sonunda bilişim sektöründe sizce nasıl bir tablo ile karşılaşacağız? TÜBİSAD olarak beklentileriniz neler? Yıl sonuna kadar ve 2026 yılı için ne tür çalışmalarınız olacak?

TÜBİSAD olarak yayınladığımız 2024 yılı Bilgi ve İletişim Teknoloji Sektörü Pazar Verileri raporuna göre, Türkiye Bilgi ve İletişim pazarı büyüklüğü 2024 yılında TL bazında bir önceki yıla kıyasla yüzde 53 oranında büyüyerek 1 trilyon 203,5 milyar TL’ye ulaştı. Bu rakamın 58,8 milyar TL’lik kısmını ölçümlemeye yeni eklenen şirketler oluşturdu. 2020-2024 yılları arasında sektörün TL bazındaki yıllık ortalama büyümesi yüzde 59 civarında seyretti. Sektörün dolar bazındaki büyüklüğü ise yüzde 11’lik artışla 36,7 milyar dolara çıktı. Ancak bu nominal büyümeye rağmen enflasyondan arındırılmış (reel) büyüme incelendiğinde, TL bazlı yüzde 3 daralma, dolar bazında ise yüzde 8 büyüme gözlendi. BT pazarı son dört yılda enflasyondan arındırılmış olarak TL bazında durağan, dolar bazında ise sınırlı bir artış gösterdi.

Sektörün global pazar içindeki payına bakılırsa gidilecek daha çok yolumuz var. Bu büyüklüklere ulaşmak için bugüne kadar yaptığımızdan daha farklı adımlar atmamız gerekiyor. “Ekosistem Ekonomisi” manifestomuzda bu başlıkları vurguladık. Rapordaki ihracat artışına baktığımızda ‘içerde üret, dışarda sat’ yaklaşımının benimsendiğini görüyoruz. Son yıllarda yazılım ihracatındaki ivmelenme, teknoloji şirketlerinin yurt dışına açılma iştahı ve üretken yapay zeka gibi çığır açıcı gelişmeler, bu dönüşümün en somut göstergeleri arasında yer alıyor. Önümüzdeki dönemde de amacımız net: Türkiye’yi sadece teknoloji tüketicisi değil; teknoloji tasarlayan, geliştiren ve dünyaya sunan bir merkez haline getirmek.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu